Yeni bir Woody Allen filmini izleyen herkesin yeniden hücum
ettiği soru: “Woody ne zaman İstanbul’dan bir hikaye çekecek?” Bu sorunun
temeli sanıldığı gibi Woody’nin Avrupa turunun başlangıcına dayanmıyor aslında.
Midnight in Paris’in yönetmeni de şaşırtan popülerliğinin ardından duymaya
başladığımız ve bir anda bir çok dış yapımın ülkede çekilmesinin ardından daha
bir kesin gözle baktığımız ki cevabının olumlu olduğuna günden güne daha fazla
inandığımız bir konudur bu. Bundan daha önemli olan soru ise “Woody Allen
gerçekten de bir gün ülkemizde film çekecek mi?” olmalı.
Değişen hikayeye göre bulunduğu ülkeyi kimi zaman oldukça
kasvetli ve gri gösterebilen yönetmenin, Barcelona ve Paris’i bize nasıl cennet
olarak sunduğuna şahit olduk. Aslında en önemli konu da bu.. Bir şekilde bütün
bu maceranın tıkandığı konu; “İstanbul nasıl anlatılır?”
Woody beklentilerin bu denli fazlalaştığını fark ediyor
olmalıdır ki aslında bu pek sevinilmesi gereken bir şey de değil. Yüksek
vergilerden kaçmak uğruna aşık olduğu New York’tan vazgeçen ve kendini Avrupa
ülkelerine adayan yönetmen bir çok ülkeden bu konuda davet alıyor ve onun şehir
güzellemelerini izleyen hemen hemen herkes yönetmenin kendi şehrinden bir
hikaye anlatmasını istiyor. Bu biraz da “Bizim şehrimizin tanıtılmaya ihtiyacı
var sen de güzel filmler çekiyorsun ve çektiğin filmler dünya çapında seyirci
ile buluşuyor. Bizim ülkemize ya da şehrimize de bir güzelleme yap turist
çekelim, gelirimiz artsın” düşüncesi elbette. Peki bu bir yönetmene yakışır mı?
Hayır. Woody Allen’a yakışır mı? Daha büyük bir hayır.
Bir yönetmenin film çekebilmesi için bütün kolaylıkların
sağlanması ve ona sağlam bir zemin hazırlanması o yönetmen için müthiş güzel
bir duygudur herhalde ancak bununla beraber aynı oranda büyük bir sorumluluk
yüklüyordur insana. Bunun dışında benim asıl merak ettiğim şey Woody Allen’ın
Avrupa’da hikaye anlatmaya son verip vermeyeceği. Kendisi sinema tarihinin en
verimli yönetmenlerinden biri olmakla beraber en iyi yazarlarından biri. Ancak yönetmenin
son çektiği filmlere bakıldığı takdirde aradaki somut benzerlikleri görmek pek
de zor olmuyor. Her yönetmenin kendine has, imza niteliğinde imgeleri ve tarzı
var bu kabul edilebilir fakat zamanla işin içine tekerrür girerse ne olur?
Paris’i çok seven adam, Londra’da kendini bulan adam, Barcelona’ya aşık olan
kadın.. Son olarak Roma durağı ile özgün olmakla beraber, çoğu kez aynı
vurguları taşıyan hikayeler bunlar. Farz-ı muhal yeni filmini İstanbul’da
çekmeye karar verdi Woody, her filmde yer alan Amerikalı entelektüel insan
topluluğu bu filmde de yer alacak mı? İstanbul’un belli köşelerine dağıttığı
star oyuncu kadrosunu aynı hikayenin türevi ile bize sunacak ve kendince güzel
bulduğu mekanları sahne geçişlerinde kullanarak bize büyük bir katkıda
bulunacak. Herkesin beklediği ve olması muhtemel -hala farz-ı muhal üzerinden
devam ediyorum tabi- bu. Bir de bilindiği gibi eleştiriyi
seven ya da hali hazırda görünen ancak saklı kaldığını düşündüğümüz
yönlerimizin bilinmesinden hiç hoşlanmayan bir millet olarak ondan saf bir
güzelleme bekleyeceğiz. Aksi olursa şayet belki de filmi boykot edeceğiz! Yani her ne kadar “İstanbul” zemini ile çıksak da konu bütün bir filmografiye geliyor elbette ki.. Baştan sona ütopik bir yazı gibi dursa da aslında gerçeklemesi muhtemel bir
olay tabi bu ancak henüz zaman varmış gibi gözüküyor. Avrupa’da dolaşan gezgin
yönetmenin bir durağı da İstanbul olabilir zamanın birinde çok rahat. İlla ki
olsun diye bir tutturma durumu yok tabi ama olursa da fena olmaz hani..
Not: Yazı boyunca Woody Allen filmografisinin geleceği
hakkında veryansın etsem de, yönetmenin çok büyük bir hayranı olduğumu
belirtmeliyim. Senaryo konusuna gelince; söylediğim gibi değişmeyecek şeyler
olacaktır yani klişeler devam edecektir ancak Woody Allen’ın senaryo konusunda
en ufak bir sıkıntı yaşayacağına dair de bir şüphem yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder