7 Eylül 2014 Pazar

Avaz: Zelâl'in Hikâyesi


Zelâl o gece bir rüya gördü. Daha önce de çoğu kez gördüğü bir rüya: deniz, koyu karanlık ve rüzgâr. Zifiri karanlığın kalbinde, bir sandalın içinde oturmuş sabırla Gül'ü bekliyordu. Hayatı boyunca beklemeye alıştığı için hiç gocunmuyordu durumundan. Onu ilk kez doğduğu gün görmüştü ve gözlerinin içine ilk kez baktığı an ne denli bir meftuna dönüşeceğini çok iyi anlamıştı. Hiç korkmamıştı, aşkın yalnızca mutluluktan ibaret olmadığını biliyordu çünkü. Zelâl, gördüğü ve hükmedebildiği bu rüyalarda büyük bir hakimiyet zorunluluğu ile sessiz kalmıştı hep. Sessizliğinin sebebi mevcut bir çaresizlikte olan Gül'ü daha fazla ürkütmemekti aslında. Onun yanında korkudan nasıl titrediğini ve kendisinden ne kadar tiksindiğini görebiliyordu. Hayat boyu karşılaşabileceğiniz en rahatsız edici duygu her şeyden ve herkesten daha fazla sevdiğiniz insanın sizden tiksinmesiydi şüphesiz. Üstelik bütün bunların üzerine bir de yalan söylemişti ona. "Bunu ben yapmadım, ben istemedim. Bana zorla yaptırdılar... Beni anlayacaksın. Buradayım, bekliyorum! Bu rüya ikimizle bitecek" derken avaz avaz yalan söylüyordu aslında bâriz bir kurtulma çabasıyla. Biliyordu ki yalanlar her zaman mutsuz etmezdi insanı, mutluluğun kalbi de olabilirdi bazen. Fakat söylediği yalanlar arasında apaçık duran ve onu bu yoldan vazgeçmemeye adayan bir gerçek vardı: bu rüya Zelâl ve Gül ile bitecekti. Daha en başından bildiği bu son onu hayata bağlayan yegane şeydi zaten. 

"Benden korkmadı" diye aklından geçirdi heyecanla. "Beni gördü, ona dokundum ama benden korkmadı". Ne kadar da sıcak ve mübremdi teni, ateşe dokunmuştu sanki. Yanarak ölmek istediği, her korunu canında hissettiği deli bir ateş. Kalp atışını hissetti sonra... Göğsü ilk kez ağrımamıştı, ağrısa bilirdi. Keşke hemen uyandırmasaydı onu, biraz daha dokunup, biraz daha kalabilseydi onunla. "Bir gün her anımız birlikte geçecek" diye geçirdi aklından, ona kavuştuktan sonra onu asla bırakamazdı çünkü.

Kimsenin bilmediği ve kimsenin olmak istemeyeceği karanlık bir kasabada, bir orospunun oğlu olarak hayata gözlerini açmıştı Zelâl ve annesini yalnızca bir gün görebilmişti hayatı boyunca. Annesi onu başka bir kadına sattıktan ve kadının onu yaşadığı yere götürmesinden sonra bir daha da gitmemişti doğduğu o köhne kasabaya. Yedi yaşına kadar kaldığı bu kadının evinden bir gece daha yaşlı bir kadının onu kaçırmasıyla birlikte ayrılmıştı. Kendisine sürekli "Efendim" hitabıyla seslenen bu kadın ona sanki gerçek annesiymiş gibi davranmış ve yıllar boyu tek bir kötü davranışta bulunmamıştı. Zelâl yıllar sonra, uzun yıllar sonra doğduğu kasabaya gelmişti. Annesininin izini sürmek ya da doğduğu kasabayı merak etmek değildi sebebi. Gülriz yollamıştı onu buraya. "Onunla yalnız orada kavuşabilirsiniz efendim" demişti bir gece. Aklında yaşadığı bütün imkânsızlıklardan haberdardi çünkü Gülriz ve ona hayattaki herkesten daha fazla güvendiği için kasabaya gitti. Tek tük insanın yaşadığı o karanlık yere gitmeden yalnızca sahile uğradı tıpkı Gülriz'in söylediği gibi ve burada beklemeye başladı herkesten uzakta. Ta ki dün geceye kadar! Dün gecenin bir kırılma noktası olduğunu anlayan Zelâl artık harekete geçmesi gerektiğini biliyordu. Gecenin şiddeti ile savrulan büyüklü küçüklü dalgalara baktıktan sonra buradan ayrılma zamanının geldiğine karar verdi, şimdilik. Her şeyi sonlandırıp, Gül'ü de yanına alarak dönecekti buraya. 

"Hadi kalk, gitme vakti" dedi yatağında içi geçmiş bir şekilde kıvrılan adama. Adamın onu duyup da yeniden uykuya gömülmesini görünce elinde olmadan hiddetlendi.

"Sana diyorum, Attila! Kalk ve bitsin..."

Hayattaki en zor ve en ulaşılmaz duygudur aslında güven, ama yine de hiç düşünmeden koşulsuz açarız kapılarımızı etrafımızdaki yabancılara. Hiç tanımadığımız birine aşık oluruz, bilmediğimiz bir insanın dostu oluruz... En tehlikelisi ise magluk kapılarımızı açtığımız insanlardır; çünkü kalbimizin merkezinde olan bir nefesin kaybedeceği bir şey kalmamıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder