Öncelikle şunu söylemeliyim; birileri herhangi bir konuyla
ilgili hep bir ağızdan, aynı cümlelerle ve keskin olarak negatif düşünceler
iletiyorsa olası bir ön yargı ihtimaline karşın o kişilerden ve özellikle
cümlelerinden uzak durmakta fayda var!
Fatih Akın’ın Aşk, Ölüm ve Şeytan üçlemesinin son halkası
olan The Cut’ın işlediği konunun 1915 olayları olduğunu öğrenene kadar her şey
yolunda gidiyordu aslında: film hakkında haberler alıyor ve çekiminin sona erip
seyir vaktinin gelmesini merakla bekliyorduk. The Cut’a dair sansasyonel ilk
haber Cannes Film Festivali ile birlikte geldi. Fatih Akın sürpriz bir şekilde
filmi festivalden çekti ve bu hamleyle birlikte filmin yeterince güçlü
olmadığına dair endişeler hızla yayıldı. Cannes Film Festivali pek çok
eleştirmen için belirleyici, festivalden ödül alan filmler ise dokunulmaz
olarak kabul edildiğinden belki filmi henüz izlememiş insanların kafasında bile
olumsuz bir tik attı. Bu haber tam olarak hazmedilememişken yönetmen filmin
1915 Ermeni Soykırımı hakkında olduğunu açıkladı ve asıl bomba böylelikle
kendini göstermiş oldu. Bundan sonraki süreci çok da iyi hatırlıyoruz aslında,
henüz bu süreci sonuçlandırmış değiliz çünkü. Filmekimi’nde gösterilmesi
beklenen film sebepsiz bir erteleniş sonrası geçtiğimiz hafta vizyona girdi, böylelikle
de filmin dünya üzerinde vizyona girdiği son ülke oldu bağımsız ve özgür
Türkiye! Ancak söz konusu ülkemiz olunca son dakika sürprizlerini de göz ardı
etmek pek doğru olmaz: film içerdiği şiddet unsurları sebep gösterilerek on
sekiz yaşından küçük izleyicinin filmi izlemesi yasaklandı.
The Cut, 1915 öncesi mutlu olduğuna gönülden inandığımız
demirci Nazaret’in ölüm yolundan sıyrılma hikâyesi. Hayatını Osmanlı Mardin’inde
sürdüren Nazaret muharebe yenilgisi ve devletin küçülmesiyle birlikte mevcut
mutluluğunu kaybeder ve deyim yerindeyse hayatını adadığı bir azap yoluyla
karşı karşıya kalır. 1915, yani soykırım esnasında iyi niyetli bir Türk askerin
kendisini “öldürememesi” sonucu hayatta kalan Nazaret, boynuna aldığı bir “kesik”
ile sükuta mahkum edilir ve hapsedici bir sessizlikle hayatının geri kalanını
sağ kalan iki kızını bulmaya adar. Filmde demirci Nazaret’i canlandıran isim
özellikle son birkaç yıldır kariyerinde yükselişe geçen genç oyuncu Tahar
Rahim. Bana kalırsa Tahar Rahim bu rol için biçilmiş kaftan, canlandırdığı
karaktere de çok yakışmış ancak oyunculuğu ele alınınca pek nadir vasatın
üzerine çıkabilmiş. Film tamamen Nazaret’in yoluna hedeflendiği için diğer
oyunculukları değerlendirmenin pek bir anlamı olmuyor fakat özellikle yan
rollerde Bartu Küçükçağlayan ile Arevik Martirosyan’ın epey başarılı olduğunu
söyleyebilirim.
Filmin Fatih Akın’dan sıyrılan kısımlarını değerlendirecek
olursam görüntü yönetmenliği ya da teknik yanlarıyla üstün bir başarısı
bulunmuyor, buna karşın Alexander Hacke imzalı tema müziği ve
prodüksiyon oldukça başarılı. Fatih Akın’a dönecek olursam ise ağız birliği
eden eleştirmenlerin “çok kötü” mavalına inanmamanızı özellikle tavsiye ederim.
Film bildiğimiz Fatih Akın filmleri kadar iyi değil belki – olmak zorunda mı bu
tartışılabilir tabii – ama filmi izledikten sonra salondan darmadağın bir
şekilde ayrılıyorsunuz. Bu noktada da Fatih Akın’ın cesareti ve açtığı yola
hayran olmamak elde değil. Dünya basınından gelen ilk eleştirilerde yer alan “Fatih
Akın sinemasının inceliğinden yoksun bir film” cümlesi hakkında da özellikle
yazmak isterim. Biliyorsunuz ki Fatih Akın daha ilk uzun metrajıyla birlikte
özel, farklı bir yönetmen olduğunu hissettirmiş ve seyirci kitlesini her filmde
tatmin edip, daha da arttırmıştı. Birçok eleştirmenin dem vurduğu bu inceliğin
yoksunluğu filmde somut olarak hissediliyor evet ancak bu yoksunluk bir
dezavantaj değil, risk. Zira yüz yıl önce yaşanan ancak hâlâ konuşulamayan bir
meseleyi herhangi bir dolaylamaya başvurmadan dosdoğru seyirciye sunuyor Fatih
Akın ve giderek yükselen bir grafikte olan sinematografisini sırf bu meseleyi
konuşulabilir kılmak adına kendisi baltalıyor!
Bana göre filmin en büyük sorunu: kesilmesi gereken ama
kesilmemiş sahneler ve soykırıma paralel hikâyenin yeterince güçlü bir şekilde
işlenmemiş olması. Filmde en sevdiğim sahne ise Nazaret’in hem kendini, hem de
seyirciyi duygusal açıdan yoran yolculuğunun son noktasında aksayan kızını
seyrettiği an. Bu sahne çok önemli çünkü yönetmen film boyu 1915 olaylarını
belgesel gerçekçiliğinde anlatırken bu sahneye yorumsal bir boyut katıyor.
Herkese, her şeye rağmen hayatta kalan iki insan: baba, kız. Biri sessiz, biri
aksak ve tıpkı yönetmenin anlatmak istediği gibi bu meseleden yara almadan
kurtulmak imkânsız…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder