12 Aralık 2014 Cuma

The Cut: Aşk, Ölüm ve Şeytan


Öncelikle şunu söylemeliyim; birileri herhangi bir konuyla ilgili hep bir ağızdan, aynı cümlelerle ve keskin olarak negatif düşünceler iletiyorsa olası bir ön yargı ihtimaline karşın o kişilerden ve özellikle cümlelerinden uzak durmakta fayda var!

Fatih Akın’ın Aşk, Ölüm ve Şeytan üçlemesinin son halkası olan The Cut’ın işlediği konunun 1915 olayları olduğunu öğrenene kadar her şey yolunda gidiyordu aslında: film hakkında haberler alıyor ve çekiminin sona erip seyir vaktinin gelmesini merakla bekliyorduk. The Cut’a dair sansasyonel ilk haber Cannes Film Festivali ile birlikte geldi. Fatih Akın sürpriz bir şekilde filmi festivalden çekti ve bu hamleyle birlikte filmin yeterince güçlü olmadığına dair endişeler hızla yayıldı. Cannes Film Festivali pek çok eleştirmen için belirleyici, festivalden ödül alan filmler ise dokunulmaz olarak kabul edildiğinden belki filmi henüz izlememiş insanların kafasında bile olumsuz bir tik attı. Bu haber tam olarak hazmedilememişken yönetmen filmin 1915 Ermeni Soykırımı hakkında olduğunu açıkladı ve asıl bomba böylelikle kendini göstermiş oldu. Bundan sonraki süreci çok da iyi hatırlıyoruz aslında, henüz bu süreci sonuçlandırmış değiliz çünkü. Filmekimi’nde gösterilmesi beklenen film sebepsiz bir erteleniş sonrası geçtiğimiz hafta vizyona girdi, böylelikle de filmin dünya üzerinde vizyona girdiği son ülke oldu bağımsız ve özgür Türkiye! Ancak söz konusu ülkemiz olunca son dakika sürprizlerini de göz ardı etmek pek doğru olmaz: film içerdiği şiddet unsurları sebep gösterilerek on sekiz yaşından küçük izleyicinin filmi izlemesi yasaklandı.

The Cut, 1915 öncesi mutlu olduğuna gönülden inandığımız demirci Nazaret’in ölüm yolundan sıyrılma hikâyesi. Hayatını Osmanlı Mardin’inde sürdüren Nazaret muharebe yenilgisi ve devletin küçülmesiyle birlikte mevcut mutluluğunu kaybeder ve deyim yerindeyse hayatını adadığı bir azap yoluyla karşı karşıya kalır. 1915, yani soykırım esnasında iyi niyetli bir Türk askerin kendisini “öldürememesi” sonucu hayatta kalan Nazaret, boynuna aldığı bir “kesik” ile sükuta mahkum edilir ve hapsedici bir sessizlikle hayatının geri kalanını sağ kalan iki kızını bulmaya adar. Filmde demirci Nazaret’i canlandıran isim özellikle son birkaç yıldır kariyerinde yükselişe geçen genç oyuncu Tahar Rahim. Bana kalırsa Tahar Rahim bu rol için biçilmiş kaftan, canlandırdığı karaktere de çok yakışmış ancak oyunculuğu ele alınınca pek nadir vasatın üzerine çıkabilmiş. Film tamamen Nazaret’in yoluna hedeflendiği için diğer oyunculukları değerlendirmenin pek bir anlamı olmuyor fakat özellikle yan rollerde Bartu Küçükçağlayan ile Arevik Martirosyan’ın epey başarılı olduğunu söyleyebilirim.

Filmin Fatih Akın’dan sıyrılan kısımlarını değerlendirecek olursam görüntü yönetmenliği ya da teknik yanlarıyla üstün bir başarısı bulunmuyor, buna karşın Alexander Hacke imzalı tema müziği ve prodüksiyon oldukça başarılı. Fatih Akın’a dönecek olursam ise ağız birliği eden eleştirmenlerin “çok kötü” mavalına inanmamanızı özellikle tavsiye ederim. Film bildiğimiz Fatih Akın filmleri kadar iyi değil belki – olmak zorunda mı bu tartışılabilir tabii – ama filmi izledikten sonra salondan darmadağın bir şekilde ayrılıyorsunuz. Bu noktada da Fatih Akın’ın cesareti ve açtığı yola hayran olmamak elde değil. Dünya basınından gelen ilk eleştirilerde yer alan “Fatih Akın sinemasının inceliğinden yoksun bir film” cümlesi hakkında da özellikle yazmak isterim. Biliyorsunuz ki Fatih Akın daha ilk uzun metrajıyla birlikte özel, farklı bir yönetmen olduğunu hissettirmiş ve seyirci kitlesini her filmde tatmin edip, daha da arttırmıştı. Birçok eleştirmenin dem vurduğu bu inceliğin yoksunluğu filmde somut olarak hissediliyor evet ancak bu yoksunluk bir dezavantaj değil, risk. Zira yüz yıl önce yaşanan ancak hâlâ konuşulamayan bir meseleyi herhangi bir dolaylamaya başvurmadan dosdoğru seyirciye sunuyor Fatih Akın ve giderek yükselen bir grafikte olan sinematografisini sırf bu meseleyi konuşulabilir kılmak adına kendisi baltalıyor!

Bana göre filmin en büyük sorunu: kesilmesi gereken ama kesilmemiş sahneler ve soykırıma paralel hikâyenin yeterince güçlü bir şekilde işlenmemiş olması. Filmde en sevdiğim sahne ise Nazaret’in hem kendini, hem de seyirciyi duygusal açıdan yoran yolculuğunun son noktasında aksayan kızını seyrettiği an. Bu sahne çok önemli çünkü yönetmen film boyu 1915 olaylarını belgesel gerçekçiliğinde anlatırken bu sahneye yorumsal bir boyut katıyor. Herkese, her şeye rağmen hayatta kalan iki insan: baba, kız. Biri sessiz, biri aksak ve tıpkı yönetmenin anlatmak istediği gibi bu meseleden yara almadan kurtulmak imkânsız…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder